Dostluk Onur Ödülü 2018

I. Uluslararası Dostluk Kısa Film Festivali

reis-celik-busan

BİR ANLATI TUTKUNU: REİS ÇELİK

 

Reis Çelik’in çağdaş Türk sinemasının en özgün, nicelikten çok niteliğe önem veren  önemli yönetmenlerinden biri olduğu sanırım hiç kimse tarafından yadsınamaz. 1990 sonrası Türk sinemasının farklı tür ve üslupları içeren tarihsel akışı içinde sinemaya merhaba diyen Reis Çelik, ilk yönetmenlik denemesinden itibaren çektiği filmlerle Türkiye’nin yakın dönem görünümüne kendince bir göz atmış, değişmeyen problemlere ışık tutan bir rehber işlevi görmüştü. Reis Çelik sinemasının çoğunlukla politik kaygılar taşıyan, toplumsal içerikli filmlerden oluşması bir rastlantı değildi. O dönem yaşadıklarının, sinemasal gerçeklerle dramatize edilip beyazperdede sergilenmesiydi. İlk çıkışını politik kaygılar taşıyan “Işıklar Sönmesin” ile yapması, bir rastlantıdan, bir denk düşmeden çok, o dönemin geçerli türleriyle onun dünya görüşünün örtüşmemesi ve bu örtüşmemenin üzerine bir anlatı tutkunu olarak cesaretle gitmesiydi aslında…

Oysa Anadolu’nun en kuzey doğusundaki Ardahan’dan bir elinde bağlaması diğer elinde küçük bavuluyla yola çıkan genç Reis Çelik’in aklından bile geçmiyordu sinema… Sinemayı ilk kez 9 yaşında gördüğü Yılmaz Güney’in “Kargacı Halil” adlı filmiyle tanımıştı ama o gazeteci olacaktı. Tek hayali buydu. 1970’li yıllar Türkiye’sindeki yol şartları Ardahan-İstanbul arasındaki bu yolculuğun tam 36 saat sürmesine neden olmuştu. Büyük şehir ilk zamanlar hoşuna gitmedi ve geri dönmeye karar verdi. Sonra gazete matbaalarında iş ararken diğer yandan gece okuluna kaydolup yarım kalan eğitimini sürdürmeye girişti. Hemen ardından İstanbul Belediye Konservatuarı’na girerek müzik eğitimi almaya başladı. Aynı dönemde Ruhi Su idaresindeki “Dostlar Korosu”nda yer alarak müzik eğitimini profesyonel yaşamla buluşturdu.

Reis Çelik, bir yandan gazetecilik hayali, diğer yandan koro çalışmalarına rağmen dönemin her genci gibi siyasi bir kişilik olmaktan da geri kalmadı. Bundan dolayı da adına kendince “devlet konukevi” dediği mahpus damlarına kısa süreli de olsa girip çıktı. 12 Eylül’ün kabus gibi çöktüğü günlerin hemen öncesinde de yine “devlet konukevine” yolu düşmüştü. Bütün bu yaşadıklarının onu beslediğini, zenginleştirdiğini sinema sanatını düşünmeye başladığında fark edecekti. Tahliyesinin ardından Günaydın gazetesine deyim yerindeyse kapağı atmayı başardı. Ardından Dünya gazetesine… Her ikisinde de gazete dağıtıcısı olarak çalışacaktı.

Amatörce yazdığı bir sanat yazısı, usta gazeteci Nezih Demirkent tarafından beğenilince genç Reis Çelik hayaline kavuşacaktı. O artık gazeteyi dağıtan değil,  gazeteye haber yapan bir gazeteciydi… Hem de dönemin en popüler gazetesi Günaydın’da… 10 yıllık basın hayatında gözü kara, haber peşinde koşan yaman bir gazeteci oldu Reis Çelik. İyi fotoğraf çekmeyi öğrendi. Gazete bünyesinde kurulan Türkiye’nin ilk özel televizyonu ve sonrasında video gazete çalışmalarında önemli görevler üstlendi. Almanya’daki gurbetçiler için “Video Selam” adıyla Türkiye’den haber veren programlar hazırladı. 1991’de ATV’nin kuruluşunda yer aldı. Reklam filmleri çekti ve sonunda sinema dedi.

Yaşamı boyunca bütün biriktirdikleri Reis Çelik, sinemasının şekillendiricileri oldular. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anlattığı “Hoşçakal Yarın” senaryosunu yazarken, dönemin siyasi çarkı içinde bunu filme alıp alamayacağını bilemiyordu. Fakat daha onu bitirmeden ondan daha zorlu bir sınav karşısına çıkacaktı. Hiçbir tecrübesi olmadan hasbelkader, ülkenin güneydoğusunda yaşanan kargaşayı anlatan “Işıklar Sönmesin” ona bir yönetmenin karşılaşabileceği tüm sıkıntıları daha ilk filminde yaşatacaktı. Film için düşündüğü yerlerde yasakla karşılaşacak, siyasi baskıdan çekindikleri için oyuncu bulamayacak ama cesaretini de kaybetmeyecekti. Filmi çekecek, yıllar yılı kanayan bir yarayı asla dağlamadan, çözüme yardımcı olmaya çalışacak bir anlatı sunacaktı seyirciye…

Ardından her biri Türkiye’nin yakın tarihinden sayfalar aralayacak, devrimci gençliğin sindirilme çabalarını ve cezaevi ruhunu irdelediği  “Hoşçakal Yarın”, doğup büyüdüğü Kars-Ardahan yöresine bir selam niteliğindeki “İnat Hikayeleri”, Avrupa’da Türk ve mülteci olmanın kimlik bunalımını kimi zaman naif ama çoğu zaman sert bir üslupla sunduğu “Mülteci” ve çocuk gelin tartışmalarına ayna tutan “Lal Gece” sırasıyla beyazperdedeki yerini aldı. Bu filmler, Reis Çelik’e bir çok ödüller kazandırdı. Fakat daha önemlisi bu filmler Türkiye’de sinemanın fikir dünyasına anlamlı katkılar sundu, toplumsal hafızamızda derin izler bıraktı.

Bu nedenle onun filmleri bize hiç bir zaman yabancı olmadı. Çünkü Reis Çelik’in anlattığı insanlar her hangi bir kaynaktan ödünç alınmış ya da boşlukta kalmış insanlar değildi. Gerçek yaşamdan “gibisi” olmadan alınmış ve yazılmış yaşayan insanlardı. Onun insanlarına çoğu kez benzemek istemedik ama yazgılarına ortak olup peşlerine takılmadan da edemedik.  Çünkü onlar, yaşanmış ya da yaşanmakta olan her bir şeyin karşılığıydı ve Reis Çelik’in anlatı tutkusu içinde bizlere duyurma, öğretme daha doğru deyimle parmak bastırma misyonunu üstlenmişlerdi. Uzak coğrafyalarda olsalar bile…

Tüm alkışlar Reis Çelik için…

 

Alican Sekmeç

1 Aralık 2018 Beyoğlu

1111

GELENEKTEN ÖZGÜNLÜĞE: BİKET İLHAN

Usta çırak ilişkisi bağlamında Yeşilçam geleneği içinde yetişip, Yeşilçam’ın bilinen türlerini, oyuncularını, kimi zaman klişe yanlarını ve kalıplarını kullanmasına karşılık, sinemasını giderek olgunlaştırıp farklı bir çizgiye götürmeyi başarmış az sayıdaki kadın yönetmenimizden biridir Biket İlhan… Onun sinemasını alıştığımız ve bildiğimiz türden ayırmak zor olduğu kadar, insanı anlatan özgün senaryolarıyla seyircisini her zaman etkilemeyi başarmış olduğu da yadsınamaz… Biket İlhan, yönetmenliğinin ilk yıllarında Yeşilçam’ın o bildik geleneğini sürdürmüş, zamanla o gelenekten çok farklı, çok özgün filmler ortaya koymayı bilmiştir. Biket İlhan, aslında biraz da ilk eşi şair Atilla İlhan’ın armağanıdır Türk sinemasına… 1960’lı yıllarda kendisi de senaryo yazarı olarak Yeşilçam’a hizmet etmiş olan Atilla İlhan, eşinin sinemayla buluşmasına destek vermiş, onun için senaryolar yazmıştı.

Sinemaya girmezden önce İngilizce öğretmeniydi Biket İlhan… İlk çalıştığı okul doğup büyüdüğü İzmir’deydi. Kendisi de İzmirli olan şair Atilla İlhan ile yolları 1966’da kesişmiş, bu birliktelik 1968’de evlilikle sonuçlanmıştı. Biket İlhan, eşinin işleri nedeniyle önce 1973’te Ankara’ya ardından 1981’de İstanbul’a yerleşmiş… Eşinden dolayı kültür sanat ortamlarının müdavimi olan Biket İlhan’ın sinemayla buluşması da çok zaman almadı.

Hiç aklında yokken eski dostları Selim İleri, onu Yeşilçam geleneğinden gelmesine rağmen Türk sinemasında ayrıksı bir yeri olan yönetmen Feyzi Tuna ile tanıştırır. Aldığı teklifle 1982’de Türkan Şoray ve Cihan Ünal’ın başrolde olduğu “Seni Kalbime Gömdüm” adlı filmde Feyzi Tuna’nın yardımcısı olarak setlere ilk kez adım atar. Ardından “Tutku”, “Bir Kadın Bir Hayat” ve “Kuyucaklı Yusuf”la sürer gider yönetmen yardımcılığı… Sinema kariyerine 37 yaşında başlayan Biket İlhan, usta çırak ilişkisi içinde sinemaya dair pek çok bilgiyi sahada öğrenir.

Biket İlhan’nın yönetmen yardımcılığı aynı yıllarda TRT için çekilen “Üç İstanbul”, “Kartallar Yüksek Uçar”, Parasız Yaşamak Pahalı”, “Bir Bilen”, “Gönül Dostları” gibi dizilerde sürdü. Hatta çektiği bir dizi filmde adı yönetmen olarak yazılmaz o da bunu hiç önemsemez. Arada TRT için caz klipleri çeker Biket İlhan… Ama en çok da eşi Atilla İlhan’ın şiirlerinden oluşan kısa filmlere özen gösterir. 1992’de senaryosunu Atilla İlhan’ın yazdığı TRT dizisi “Tele Flaş” ile ilk kez adı yönetmen olarak yazılır. Bunu Yeşilçam kalıpları içinde çektiği “Son Ümit”, “Bir Kadın Yüzü” ve “Bir Kadeh Senin İçin” adlı filmler takip eder.

Biket İlhan’ın Türk sinemasındaki yerini de belirleyecek olan ilk özgün çalışması 1995’te karşısına çıktı. Senaryosunu Atilla İlhan’ın yazdığı “Sokaktaki Adam”, 1950’li yılların İstanbul’unu ve atmosferini başarılı bir şekilde sunduğu için büyük ilgi gördü. Film, barındırdığı hikayesinin altında, varoluşçu ve yabancı bir karakterin öne çıktığı, siyasi olayların fazla göze batmadan hissettirildiği, zamanının boğucu ve karanlık atmosferinin yansıtıldığı bir dönem filmi olmayı başardı. Ardından 1997’de yine Atilla İlhan’ın ünlü romanından uyarlanan “Kurtlar Sofrası”nı tv dizisi haline getiren Biket İlhan’ın ikinci özgün uzun metraj çalışması “Kayıkçı” 1998’de seyirciyle buluşur. Türk ve Rumların insan olarak benzerliklerini anlatmaya çalışır.  Bir Ege hikayesini anlatan “Kayıkçı”, tüm özgünlüğüne rağmen gerekli ilgiyi görmez.

Biket İlhan için çocuk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği İzmir ve çevresi bir hikaye deposu gibidir. Okuduğu, çokça dinlediği bu hikayeler bir sinemacı için paha biçilmezdir tabii… 2004’te çektiği “Ay’ın Karanlık Yüzü”, Biket İlhan’ın bir başka özgün hikayeli filmi olur. Yine bir Ege hikayesidir anlatılan…

2007 tarihli “Mavi Gözlü Dev” yeni bir sınavdı Biket İlhan için… Bu kez kamerasını politik düşünceleri yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiş, Türk şiirinin en büyük şairlerinden Nazım Hikmet’e çevirmişti. Nazım Hikmet, üzerine binlerce yazı, yüzlerce kitap kaleme alınmasına, hatta kabrinin ait olduğu yere taşınması tartışmalarına rağmen üzerine hiç bir sinemacının eğilmiyor oluşu Biket İlhan’ı harekete geçirir. Böyle bir değerin yaşamının tek bir filme sığamayacağından hareketle onun sadece belli bir dönemini ele alır. “Mavi Gözlü Dev”, Nazım Hikmet üzerine bir ilk film olarak ilgi uyandırır.

Türkiye’nin çok önemli bir gerçeğini, köy enstitülerini anlattığı “Yarım Kalan Mucize” ise Biket İlhan’ın yakın tarihimize yöneldiği ikinci filmi olacaktır. “Mavi Gözlü Dev” ya da “Yarım Kalan Mucize” satır aralarında politik yönden değerlendirilebilecek hikayeler olmasına rağmen Biket İlhan, hiç bir zaman kendisini o tuzaklara düşürmez. “Derdi olan sinema yapmalıdır” mottosundan hareketle, onun derdi politika yapmak değil insan anlatmaktır. Kaygısı, görgüsü hep bu yöndedir…

Tüm alkışlar Biket İlhan için…

 

Alican Sekmeç

1 Aralık 2018 Beyoğlu

 

 

Alican Sekmeç

1 Aralık 2018 Beyoğlu

SÜLEYMAN TURAN

İÇİMİZDEN BİRİ: SÜLEYMAN TURAN

Sinemada star olmak başka bir şey, baş yapıtlarda oynayabilmek ise daha başka bir şeydir. Bizde ya da dünyada nice star oyuncular tek bir baş yapıt filmde oynama olanağını bulamamışken, star olmadan, belki de hiç o yola girme gereksinimi duymadan nice baş yapıtlarda oynamış unutulmaz ve kolay kolay unutulmayacak oyuncular vardır. İşte Süleyman Turan onlardan biridir.

Süleyman Turan’ın sinemaya girişi, Türk sinemasındaki oluşumların ve üretimin hızlandığı, çekilen filmlerin niteliksel yanları bir tarafa, niceliksel açıdan yükselişe geçtiği, bugün adına “Altın Dönem” denilen 1960’lı yılların ilk çeyreğine denk düşer. Bu yıllarda var olan popüler oyuncu kapasitesinin, yaşanan film artışını karşılayamaması, Türk sinema piyasasının yeni yüzlere gereksinim duymasına neden olmaktadır.

1960’lı yılların en popüler sinema yayını, Şevket Rado yönetimindeki Ses Dergisi, Türk sinemacılarının içine düştükleri bu yeni yüz gereksinimi sıkıntısına bir çare olarak Yeşilçam’ın en önde gelen film yapımcılarıyla el ele vererek adına “kapak yıldızı” dedikleri bir yarışma düzenlemeye başlar. Bu yarışmanın 1963’te yapılan ikincisinde baylar kategorisinde Ediz Hun, bayanlar kategorisinde Ajda Pekkan birinci olurlar. Hemen ardından da  yarışmanın ödülü olarak jürideki 10 yapımcıyla 10 ayrı filmde başrol oynamak üzere anlaşmalar imzalar. İşte Süleyman Turan, Hülya Koçyiğit ile birlikte bu yarışmanın ikincileri olarak Yeşilçam’a adım atarlar.

Süleyman Turan, 1963’te dönemin marka şirketi Kemal Film’e imza atar. “Sayın Bayan” adlı romantik komedide Tamer Yiğit ve Türkan Şoray ile ilk kez kamera karşısına geçer. Ardından “Beyaz Güvercin” gelir Göksel Arsoy ve Filiz Akın ile… Acemiliğini üzerinden atması çok sürmez. Gösterişli fiziğiyle kısa zamanda salon komedilerinin aranan oyuncularından biri olmayı başarır.  “Beş Şeker Kız”, “Gençlik Rüzgarı”, “Hızır Dede”, “Koçum Benim”, “Kral Arkadaşım”, “Muhteşem Serseri”, “Sevgili Öğretmenim”, “Üç Kardeşe Bir Gelin” peş peşe gelir.

Süleyman Turan’ın Türk sinemasındaki ilk yıllarında seyircisinin gözündeki çizgisi hep ağırbaşlı, beyefendiliği duygusallıkla ölçülü bir şekilde örtüştürebilen, kimi zaman ciddiyetin sınırlarını gereğinden fazla zorlayacak kadar öne çıkan, kimi zamansa suskun ama kendinden emin tavırlarını saklamaya gerek duymayan genç bir erkekti.     Onun için sinemada başrol ya da ikinci adamlık hiç fark etmedi. Esas oğlanın yanında güçlü bir ikinci adam olmak onu hiç üzmedi. Bazen esas oğlanın kötü ruhlu rakibi de oldu. Yumruklar, tabancalar havada uçuştu.

Süleyman Turan, her zaman popüler filmlerin star oyuncusu olmaktansa, daha çok tezli filmlerin unutulmaz karakter yüzü olmayı tercih etti. Belki de yüzündeki ışığın hiç parlaklığını yitirmeden seyircisine yansıması bu yüzdendi. “Altın Küpeler”, “Denizciler Geliyor”, “Fatihin Fedaisi”, “Meleklerin İntikamı”, “Vatan Kurtaran Aslan”, “Hindistan Cevizi”, “Merhamet”, “Sinekli Bakkal, “Dikkat Kan Aranıyor”, “Gönül Meyhanesi” gibi filmler onu karakter oyuncusu yapmıştı artık. Seyirci ondaki bu değişikliği hemen kabullendi ve ona yakıştırdı. Perdede gördüğünün dışında bir neden aramadı.

1969’da yolu Yılmaz Güney ile kesişti Süleyman Turan’ın… “Bir Çirkin Adam” ile başlayan ve “Kan Su Gibi Akacak”, “Yarın Son Gündür” gibi filmlerle devam eden bu çalışma ortaklığı Süleyman Turan’ın kariyerinin unutulmazları olarak kayıtlara geçti. 1971’de “Yarın Son Gündür” deki rolüyle 3. Adana Altın Koza Film Şenliği’nde sinema kariyerinin ilk oyunculuk ödülünü kazandı. Süleyman Turan, aynı yıllarda “Maskeli Beşler”, “Maskeli Beşlerin Dönüşü”, “Demir Yumruklu Devler Geliyor”, “Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde”, “Kaptan Swing” gibi dış kaynaklı fantastik hikayelerin Yeşilçam’daki parçalarından birisi oldu.

1974’te tek tük görülmesine rağmen 1975’te Türk sinemasını bir virüs gibi saran seks furyası, bu türe kurban olmak istemeyen 1960’lardan o güne ulaşan bir çok oyuncuya sahneye çıkma, evde oturma ya da başka işlerde çalışma yolunu açarken Süleyman Turan bu furyaya bulaşmadan çalışmaya devam eder. Oyunculuğun yanı sıra senaryolar yazmaya başlar. 1977’de Yücel Çakmaklı’nın “Bir Adam Yaratmak” ile ilk kez televizyon kameraları karşısına geçer. Zamanla da özellikle 1980’lerde tamamen televizyona yönelir.

Türk sinemasında kimi oyuncular, oyunculuk tahtasındaki yerlerini, kendilerinden önceki dönemlerin oyuncularından ödünç alıp geliştirerek belirlemişlerdir. Daha doğru bir deyimle takipçi olmuşlardır. Süleyman Turan ise Allah vergisi kabiliyetiyle kendi yerini yine kendisi belirlemiş, takipçi olmamış, oyunculuğunu gelecek kuşaklara ödünç bırakacak olgunluk ve ustalığa ulaşmış, kamera ile hep dost olmuş, yıllar içinde film setlerinde gelişen oyunculuğunu yine sinemaya cömertçe armağan etmiş, kendine özgü tutarlılık içinde motor ve stop sesleri arasında kaybolmayı sevmiş, her zaman saygıyla anılmış sinema emekçilerinden birisi olmuştur.

Tüm alkışlar Süleyman Turan için…

 

Alican Sekmeç

1 Aralık 2018 Beyoğlu

İzleyeceğiniz filmlerin herhangi bir şekilde; bir karesinin, bir kısmının ya da tümünün ses ve görüntülerinin kopyalanması, kayda alınması, ve herhangi bir mecrada yayınlanması Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu 71/1 maddesine göre suçtur!