Öyle filmler vardır ki, hiç unutulmazlar hep akıllarda kalırlar. Herkesin hafızası bir kareyi, bir oyuncuyu ya da o oyuncunun bir diyaloğunu not eder. Bu kayıt kimi zaman istemsizce kimi zamansa hayranlık duygusuyla oluşur. ‘Ah Güzel İstanbul’ ve onun artist olmak için evinden kaçan saf Ayşe’si yıllar yılı böyle bir duygunun izdüşümlerinden biri olmuştur seyirci hafızasında. Ayşe karakterini bu denli bilinir, tanınır kılan, karakterle özdeşleşen oyunuyla Ayla Algan’dan başkası değildi. 1960’ların ikinci yarısından itibaren beyazperde yolculuğuna başlayan Ayla Algan, oyuncu olarak Türk sinema piyasanın alışılmış ezberlerini bozan, star sisteminin tüm cazibesine rağmen içinde hiç yer almayan, deyim yerindeyse aykırı bir karakterdi. Başlangıcından günümüze sayısız kadın oyuncunun akıp geçtiği, oyuncu öğüten Türk sineması değirmeninin her zaman su üstünde kalmayı başaran ender isimlerinden biri olarak bugün aramızda Ayla Algan. Seyircisinin beklentisini karşılayan, bunu yaparken de tüm oyunculuk birikimini korkusuzca sergileyen…
Ayla Algan, oyunculuğa 1956’da eşi Beklan Algan’la birlikte gittiği New York’ta Actor Studio Actor’s Repertuary Theatre’s of Broadway’de gördüğü eğitim sonrasında merhaba demişti. 1961’de Muhsin Ertuğrul’un daveti üzerine İstanbul Şehir Tiyatrosu kadrosuna katılarak ‘Tarla Kuşuydu Jülyet’ adlı oyunla sahne siftahını yaptı. Aynı yıl sahnelenen ‘Hamlet’ de hem Ophelia, hem de erkek rolü olmasına rağmen Hamlet karakterini canlandırmış, bu alanda dünyada az sayıdaki kadın oyuncu arasına ismini yazdırmıştı. 1966’ya kadar ‘Sinekler’, ‘Sezuanın İyi İnsanı’, ‘Üç Kuruşluk Opera’, ‘Fizikçiler’, ‘Çil Horoz’ gibi oyunlarda ayrıksı oyunculuk performanslarıyla perde açmış perde kapatmıştı. Buna rağmen, 1965’te ‘Fizikçiler’ oyunuyla ‘İlhan İskender En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne layık görülmesine rağmen tiyatronun kolektif bir sanat olduğu gerekçesiyle ödülü geri çevirmekte bir sakınca görmüyordu…
Ayla Algan, 1966’da Muhsin Ertuğrul’un istifası üzerine Şehir Tiyatroları’ndan ayrıldı. Aynı günlerde beyazperde serüveni de başlamıştı. Ertem Göreç’in yönettiği ‘Karanlıkta Uyananlar’da Ayla-Beklan Algan çifti yalnızca oyuncu değil, aynı zamanda ceplerinden para koyan yapımcıdırlar. Ardından ‘Yıldıztepe’, ‘Ah Güzel İstanbul’, ‘Zilli Nazife’, ‘Gölgedeki Adam’ gibi sayısız sinema filmiyle Türk sinema piyasasının da sevilen oyuncuları arasına girmeyi başardı Ayla Algan.
Tiyatro, sinema yetmedi ona 1970’lerin başlarında şarkıcı olarak da sızdı hayatlarımıza… Ne de olsa sanatçı bir annenin kızıydı. Annesi Nevzat Kasman, ilk Türkçe tango olan ‘Sarı Yasemin’i yaz- mış ve daha sonra da Sahibinin Sesi adına taş plağa okumuştu. Nevzat Hanım, kızına 5 yaşından itibaren 6 yıl süreyle piyano dersleri aldırmış, onun bile isteye müzik alanında da var olmasını sağlamıştı. 1971’de Paris’in ünlü konser salonu Olimpia’da şarkıcı olarak sahneye çıkan Ayla Algan, 1972’de Turizm Bakanlığının isteği üzerine Yunus Emre’nin 650. yıl dönümü için bir long play albüm hazırladı. Yunus Emre’nin felsefesini ve şiirlerini şarkı formunda Fransızca, İngilizce ve Almanca olarak okudu. Fransa, Orta Asya, ABD, Avrupa ve Afrika’da konser ve dinletiler yaptı. Ayla Algan’ın müzik alanında gösterdiği başarı onu Türk Hafif Müziği’nin popüler şarkıcılarından biri haline getirmeye yetti de arttı bile… Böylece 1971-1978 yılları arasında sayısız konserde sahneye çıkacak ve 17 adet 45’lik plak dolduracaktı. Üstelik plakları müzik listelerinde haftalarca en üst sıralarda yer alacaktı.
Oyunculuktaki ayrıksılığı şarkıcılıkta da sergileyen Ayla Algan, 1973’te Bulgaristan’daki Uluslararası Altın Orfe Şarkı Yarışması’nda savaş karşıtı bir şarkı söyleyerek ikincilik ödülünü kazanacak, 1977’de ise Polonya Sopot Festivali’nde Kızılderililerin sorunları üstüne söylediği şarkı ile dünya birincisi olmayı başaracaktı.
Ayla Algan, müzik çalışmaları nedeniyle uzak kaldığı tiyatroya 1980’de geri döndü. O yıl Berlin’e giderek Schaubühne Tiyatrosu’nda dört yıl boyunca Tuncel Kurtiz, Şener Şen, Macit Koper gibi sanatçılarla ‘işçi tiyatrosu’ yaptı. 1984’te Türkiye’ye döndüğünde Erol Keskin, Beklan Algan, Taner Barlas, Ahmet Levendoğlu gibi meslektaşlarıyla BİLSAK Tiyatro Atölyesi’ni kurdu. 1988’de ise Beklan Algan ve Erol Keskin ile birlikte Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nı (TAL) kurdu ve burada pek çok deneysel projeye imza atarak genç tiyatro oyuncularının eğitimine katkıda bulundu.
Ayla Algan’ın 60 yıllık sanat hayatında oyunculuk ve şarkıcılık kadar önemli yer tutan bir başka yönü de tiyatro eğitmenliğiydi. 2005’ten itibaren İstanbul Drama Sanat Akademisi çatısı altında tiyatro ve yaratıcı drama metodu dersleri veren ve bu alanda halen faal olarak çalışan Ayla Algan, günümüz sinema ve televizyon dünyasında çalışan pek çok ünlü oyuncunun yetişmesine katkıda bulundu.
Geniş bir perspektiften bakıldığında Ayla Algan’ı tanımak ve dünyasına girmek için, onun rol aldığı oyunları, filmleri izlemek, şarkılarını dinlemek ya da derslerine girmek yetmez. Siz zorlar, sizden fazlasını talep eder. Onu istediğiniz kalıba sokamazsınız. Ondaki bu değişkenlik, kılıktan kılığa, kimlikten kimliğe girmesi, oyunculuktaki ustalığı ve de bunu tamamlayan şaşırtıcı yeteneği kadar, her şeyiyle hem kendisi olmaktan, hem de başkası olmaktan geçer. Belki de Ayla Algan olabilmek böyle bir şeydir.
Alkışlarımız Ayla Algan için….
Ali Can Sekmeç
Yeşilçam sineması, tipik olarak Hollywood filmlerinde karşımıza çıkan klasik anlatı sinemasının kalıplarını benimsemiş bir sinemaydı. Filmlerinde olaylar kronolojik bir akış içinde, neden ve sonuç ilişkisine dayalı olarak düzenlenmişti. Böylece bütün klasik filmlerde olduğu gibi, bu filmlerde de belli bir hedefe ulaşmak isterken çeşitli engellerle karşılaşan kadın ya da erkek kahramanlar yer alıyordu. Burada devreye yine Hollywood usulü giriyordu. Güzel kadınlar ve yakışıklı erkekler… Onlar asla kameraya sırtlarını dönemezlerdi. Yüzleri her daim seyirciye dönüktü. Yönetmenler öyle çekim ölçekleri hazırlarlardı ki kadın ya da erkek hiçbir oyuncu, birbirinin ne oyununu ne de ışığını asla gölgelemezlerdi. Seyirciyle oyuncu arasında kurulan bu illüzyon, tüm 60’lı ve 70’li yıllarda Yeşilçam’ı etkisi altında tutan star sisteminin bir nedeni olarak kayıtlara geçti. Bu sisteme 1963 yılında dahil olan Yusuf Sezgin, yakışıklılığı ve sempatik gülüşüyle seyircisinin beklentisine cevap verdiği gibi, zaman içinde başarılı oyunculuk performanslarıyla aradan geçen 60 yıla sayısız illüzyon sığdırmış, artık sayıları gitgide azalan Yeşilçam’ın son temsilcilerinden biri, bir ‘sinema emekçisi’ olarak aramızda bugün.
Yeşilçam filmlerinde, kahramanın kendi çabasının, vereceği mücadelenin yanı sıra, rastlantılar olarak ortaya çıkan kader, hedeflere ulaşılmasında ve arzuların gerçekleşmesinde önemli bir rol oynardı. Yusuf Sezgin’in kariyeri de böyle başlamıştı. Kader onu dönemin popüler tiyatro eleştirmeni Melih Vassaf’la bir araya getirmiş, onun desteğiyle 1962 yılında önce manken olarak, aynı yıl da Dormen Tiyatrosu’nda oyuncu olarak başlamış sanat hayatına. Genç yaşında ‘Bulvar’ ve ‘Alamanya’dan Bir Yar Gelir Bizlere’ adlı iki vodvilde tiyatronun ustalarıyla aynı sahneyi paylaştı. Sinemayla yolunun kesişmesi ise çok uzun sürmedi. 1963 yılında Sırrı Gültekin’in yönettiği ‘Kavgasız Yaşayalım’ adlı gençlik filminde motosikletli gençler arasında yer alarak ilk kez kamera önüne geçti. 1964 yılında Yılmaz Güney’le ‘Prangasız Mahkumlar’ adlı filmde küçük bir rol alan Yusuf Sezgin, Türk sinema piyasasındaki asıl çıkışını, 1965 yılında Ses Dergisi’nin açtığı kapak yıldızı yarışmasında finale kalmasıyla yakaladı. Bu ünvan ona kısa zamanda Yeşilçam’da baş rollerin önünü açtı.
Yusuf Sezgin, 1965 yılında Muharrem Gürses’in yönettiği ‘Hazreti Yusuf’un Hayatı’ adlı filmle doğusundan batısına kadar tüm Türkiye’nin tanıdığı bir star oyuncu oldu. Arkasından bir dizi dini filmde rol aldı. Kerime Nadir romanından uyarlanan ‘Posta Güvercini’nde Hülya, Feryal ve Nilüfer Koçyiğit kardeşlerle bir araya geldi. ‘Karanfilli Kadın’, ‘Anaların Günahı’, ‘Akşam Güneşi’nde Türkan Şoray’la, ‘Nikahsızlar’ da Selma Güneri ile başrol oynadı.
1966 yılında hızlı üretim çarkı içindeki Yeşilçam’ın bir sezonda en çok film çeken oyuncusu oldu. Salon romantiği, kenar mahalleli ya da köylü genç, Kurtuluş savaşı kahramanı gibi Yeşilçam’ın oluşturduğu ister aşk ister avantür her türde, çok farklı karakterleri canlandırarak bir çok unutulmaz filme imza attı. Oyunculuktaki başarısı Yusuf Sezgin’in Allah vergisi diyebileceğimiz yeteneğiyle öylesine uyum içindedir ki, onun yakışıklılık ve sempatiklik çizgisindeki duruşu, kamerayla olan samimi ilişkisi, her rolün altından kolaylıkla kalkıp inandırıcı olabilmesini sağlamıştır.
Yusuf Sezgin’in Yeşilçam’daki çalışma temposu, 1970’li yıllara gelindiğinde yavaşlamaya 1974 yılından sonra da tamamen durma noktasına geldi. Aynı yıl seks furyası batağına saplanan Yeşilçam’da kendisine uygun rol bulamayan Yusuf Sezgin, kendisiyle aynı yıllarda sinemaya giren birçok aktör ya da artist gibi çareyi sinemadan çekilmekte buldu. Bu gönülsüzce çekiliş, çok sevdiği setlerden uzak duruş, onu yıldırmadı. Seks furyasının sona ermesiyle birlikte 1980 yılında yeniden film setlerinde döndü. Sinemanın yanı sıra 1982 yılında Yücel Çakmaklı’nın yönettiği ‘Hacı Arif Bey’ adlı dizi filmiyle televizyona da “merhaba” dedi. ‘Küçük Ağa’, ‘Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’, ‘Osmancık’, ‘Kıbrıs’ta Vuruşanlar’, ‘El Kızı’ gibi bir çok başarılı dizi filmde ka- rakter oyuncusu olarak görev aldı.
Yusuf Sezgin, 2000’lerin başından itibaren Sinema Oyuncuları Derneği’nde (SODER) yönetim kurullarında yer aldı ve günümüzde başkanlığını üstlendi. Sayıları gittikçe azalan Yeşilçam emekçisi arkadaşlarına iyi günde kötü günde destek vermeye çalışan Yusuf Sezgin, örgütlü sinema çalışmalarında, festival ve Oscar jürilerinde her zaman ön planda olmayı başarmış, onur ödülleri almış, ilgi gören, saygı duyulan, sözü dinlenen bir üstad olarak bugün 60. yılını kutluyor. Ne mutlu ona…
Alkışlarımız ‘Son Yeşilçamlı’ için….
Ali Can Sekmeç